İklim krizi ile giderek belirginleşen ve bugünlerde küresel politika alanının neredeyse merkezine yerleşen ekolojik kriz kadınların, yoksulların, yerli halkların ve tüm dezavantajlı grupların yüzyüze olduğu ayrımcılık ve eşitsizlikleri daha da derinleştirmektedir. BM verilerine göre iklim krizi nedeniyle yerinden edilenlerin %80’ini yoksul kadınlar oluşturmaktadır. Ekolojik, ekonomik ve siyasal krizler (iklim krizi olarak tanımlanan süreç aynı zamanda ekonomik ve siyasal bir krizdir de) sırasında ve sonrasında cinsel saldırı, şiddet, erken yaşta evlenmeye zorlanma, kölece çalıştırma, insan ticareti, anne-bebek ölüm sıklığı tırmanmaktadır.
Tüm dünyadaki tarım işçilerinin çoğunluğunu oluşturan kadınlar, tarım alanlarında bulunan hayvanlarla taşınan bulaşıcı hastalıklar ve kimyasal tarım ilaçları nedeniyle oluşan sağlık sorunları ile yüzyüzedir. Bangladeş’te 1991 tufanında kadın ölüm oranı erkeklerinkinden beş kat fazlaydı. Bunun önemli nedenlerinden biri de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadınlara yüzme öğretilmemesiydi. 2005 yılında Katrina Kasırgası’ndan en olumsuz biçimde etkilenenler yine siyahi kadınlardı.
Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan Daha Dıcak Bir Gezegende Çalışmak (Working on a Warmer Planet) isimli raporda[1], iklim krizi nedeniyle yaşanacak olan sıcaklık artışının istihdamda 80 milyon kişilik bir düşüşe neden olacağı ve mevcut eşitsizliklerin daha da derinleşeceği belirtilmektedir. İklim krizi nedeniyle yaşanacak olan eşitsizliklerin, özellikle tarım sektöründe yoğunlaşması sebebiyle, kadın istihdamını daha çok azaltacağı beklenmektedir. Yine inşaat ve yapı sektöründe çalışan yoksul erkeklerin de bu durumdan oldukça yüksek oranda olumsuz etkileneceği kaydedilmiştir. 2030 yılına dek çalışma saati kaybının %60’ının günümüzde 940 milyon kişinin çalıştığı tarım sektöründe ve %19’unun da inşaat sektöründe olacağı tahmin edilmektedir[2].
7 Ağustos 2019 tarihinde Cenevre/İsviçre’de hükümetler tarafından görülerek politikacı özeti onaylanan ve 52 ülkeden 107 uzman tarafından hazırlanan Karasal Ekosistemlerde İklim değişikliği, Çölleşme, Arazi Bozulumu, Sürdürülebilir Arazi Yönetimi, Gıda Güvencesi ve Seragazları Değişimleri Özel Raporu[3] (Special Report on Climate Change, Desertification, Land Degradation, Sustainable Land Management, Food Security, and Greenhouse Gas Fluxes in Terrestrial Ecosystems) Eylül’de Yeni Delhi/Hindistan’daki BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP14) ve Aralık’ta Santiago/Şili’deki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP25) gibi küresel iklim ve çevre müzakereleri için kilit rol oynayacak bir bilimsel rapordur. Raporun temel amacı sera gazı emisyonunun toprakta ve gıda güvenliğinde yarattığı zararı ortaya çıkarmak ve iklim krizine karşı küresel politikalar oluşturulmasını sağlamaktır. Kabaca 500 milyon insanın halihazırda giderek daha fazla çölleşen alanlarda yaşadığının vurgulandığı raporda iklim değişikliğinin, üretimde azalma, fiyatlarda artış, beslenme değerinde azalma ve tedarik zincirinde aksamaya neden olarak gıda güvenliğini gün geçtikçe daha da olumsuz etkileyeceği ancak Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’deki düşük gelirli ülkelerin bu durumdan daha da şiddetli biçimde etkileneceği belirtilmektedir.
1850-1900 döneminden beri kara yüzeyi ortalama hava sıcaklığının yükselmesinin tarımsal sistemler ve yaşam sistemleri, biyoçeşitlilik, insan ve ekosistem sağlığı, alt yapı ve gıda sistemleri üzerinde var olan riskleri büyüterek arazi üzerinde ek baskı yarattığı ileri sürülmektedir. Ortalama küresel sıcaklık şimdiden sanayi öncesi döneme göre 1°C artmıştır. Türkiye’de ise ortalama sıcaklık 1,5°C’yi aşmış durumdadır ve bu nedenle kuraklık ve çölleşme riski giderek tırmanmaktadır. 2018 yılında hazırlanan Çölleşme ile Mücadele İlerleme Raporu’na göre[4] Türkiye’de toprakların %25,5’i yüksek, %53,2’si ise orta derecede çölleşme riski ile yüzyüzedir. Türkiye İklim Değişikliği Eylem Planı (2011-2023) küresel iklim krizi nedeniyle tarımsal ürün verimliliğinin %25 düzeyinde azalacağı uyarısında bulunmaktadır.
BM özel raportörü Philip Alston tarafından hazırlanan ve 25 Haziran 2019’da yayınlanan İklim Değişikliği ve Yoksulluk Raporu’na göre[5], 2030 ile 2050 yılları arasında iklim değişikliği sebebiyle 250 bin kişinin hayatını kaybedeceği ve çok sayıda kişinin yaşama, beslenme, barınma ve su gibi temel insan haklarından mahrum kalacağı ortaya koyulmaktadır.
Yine raporda halihazırda yoksulluk içinde yaşayan ve önümüzdeki yıllarda daha derin bir yoksulluğa itilecek olan insanların dünyanın iklim krizine girmesine neden olan küresel karbon emisyonları salınımının sadece küçük bir kısmından sorumlu olduğu belirtilmektedir. En zengin %1’lik kesimde yer alan bir kişi, en yoksul %10’da yer alan bir kişiden 175 kat daha fazla karbon salınımına sebep olmaktadır. Dünyanın iklim krizine katkısı en az olan en yoksul kısmını oluşturan milyarlarca insana karşılık, dünyanın en zenginlerinin ürettiği ve körüklediği bir kriz ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Yakın tarihimizin bir utanç vesikası olan Apartheid[6] dönemine benzer bir şekilde, kaynakları elinde tutan küçük bir azınlığın kendi refahı için dünyanın geri kalanını hak ihlalleri ile boğacağı bir geleceğin yaklaşmakta olduğu uyarısını yapan Alston “Zenginlerin aşırı sıcak, açlık ve çatışmadan kaçmak için para harcadığı, zengin olmayanların ise acı çekeceği bir ‘iklim apartheidi’ görebiliriz” demektedir. Alston, iklimin yarattığı insani krizlerde yoksul-zengin ayrımının neden olduğu eşitsizliğe örnek olarak 2012’de ABD’nin New York kentini vuran Sandy Kasırgası’nı örnek göstererek şunları aktarmıştır: “Düşük gelirli aileler elektriksiz kalıp sağlık hizmetine erişemezken Goldman Sachs’ın[7] merkezinde on binlerce kum torbası ve jeneratör sayesinde zorluk yaşanmadı”. Raporda dikkat çekilen diğer bir nokta da 2015 Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın önlem almak konusunda kayda değer bir değişikliğe neden olmamasıdır.
Karbon salınımını azaltmak amacıyla hazırlanan Kyoto Protokolü de temelde karbon salınımını alınıp satılabilen bir hak olarak tanımladığından (bu yüzden küresel bir karbon borsası oluşmuştur) etkili olmamış ve protokole rağmen gelişmiş ülkelerin karbon salınımları önemli ölçüde artmıştır.
Climate Transparency tarafından iklim ve finans konularında uzman 14 araştırma kurumunun beraber hazırladığı “Brown to Green” raporuna göre G20 ülkeleri 2016 yılında toplam 147 Milyar ABD Doları’nı kömür, petrol ve doğal gaz teşviğine harcadı. 2013’ten 2015 yılına kadar, tüm G20 ülkeleri yılda ortalama 19 Milyar ABD dolarını fosil yakıt projelerine aktardı. Türkiye ise enerjisinin %88’ini fosil yakıtlardan temin ediyor. G20 ortalamasında bu oran %82’dir.
Küresel iklim krizi ile mücadele konusunda karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunlardan biri eşitsiz ve hiyerarşik biçimde örgütlenen küresel karar alma mekanizmalarıdır. Bu mekanizmalardan dışlanan milyarlarca insan bu krizin neden olduğu sorunlarla boğuşurken söz hakkından mahrum bırakılmıştır. Küresel karar alma mekanizmalarının, devletler, büyük şirketler, küresel örgütler düzeyinde yapılandırılması nedeniyle iklim krizi giderek derinleşmektedir. BM Kopenhag iklim Zirvesi’nin bir eleştirisi ve alternatifi olarak ortaya çıkan ve 19-22 Nisan 2010 tarihlerinde Bolivya´nın Cochabamba kentinde düzenlenen “İklim Değişikliği ve Doğa Ana Hakları Dünya Halklar Konferansı” ekolojik temelli toplumsal mücadelelerin geliştirilmesi açısından önemli bir başlangıç noktasını temsil etmektedir.
İklim krizi ile giderek belirginleşen en önemli olgu küresel eşitsizliklerdir. Yerelin ya da ulusal çerçevenin çıkarlarını baz alan, gündelik hassasiyetlerle örgütlenmiş, küresel bir bakış açısından yoksun, kendini diğer mücadele alanlarına ekleyemeyen stratejilerin kısa süreliğine parlayıp söndüğü bir düzlemin içine sıkışmak yerine başta yaşam hakkı olmak üzere adalete, sağlıklı gıdaya, temiz suya ve nitelikli kamusal hizmetlere erişim, barınma, sosyal güvence, ayrımcılığa uğramadan ve dışlanmadan yaşama ve çalışma hakkını temel alan ve mevcut sistemin altında kalanların aşağıdan ve yatay biçimde örgütlediği kapitalizm karşıtı mücadeleler alanının yaratılması, hem küresel eşitsizliklerle hem de iklim krizi ile mücadelenin anahtarıdır.
[1] https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—dgreports/—dcomm/—publ/documents/publication/wcms_711919.pdf
[2] Raporu hazırlayan ekip, tahminlerde küresel ısınmanın 21. yüzyıl sonuna kadar sadece 1,5 derece ile sınırlı kalacağının varsayıldığını belirtmektedir.
[3] https://www.birbucukderece.com/araziraporu/
[4]https://www.tarimorman.gov.tr/CEM/Belgeler/yay%C4%B1nlar/yay%C4%B1nlar%202019/%C3%87%C3%B6lle%C5%9Fme%20%C4%B0le%20M%C3%BCcadele%20%C4%B0lerleme%20Raporu.pdf
[5] https://news.un.org/en/story/2019/06/1041261
[6] Afrika dilinde “ayrılık” anlamına gelmektedir, Güney Afrika Cumhuriyeti‘nde 1948 – 1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak iktidarda bulunan Ulusal Parti hükûmeti tarafından uygulanan ırkçı ayrımcılık sistemidir. Uzun yıllar boyunca beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da Siyahilere uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmileşmiş ve beyaz azınlık dışında kalanların kamusal hizmetlere erişimini kısıtlamıştır.
[7] En büyük yatırım ve finans holdinglerinden biri