Home Blog

‘Youth for Future? Youth for Today!’ Online Gençlik Değişimi Projesinin Başvuruları Başladı!

[:tr]‘Youth for Future? Youth For Today!’ projesi Almanya’dan Coach e.V. ve Türkiye’den Agora Derneği ortaklığında gerçekleştirilen, 18-27 yaş arasındaki gençler arasında çevrimiçi olarak gerçekleşecek olan, çeşitli atölye çalışmaları, ilham verici konuşmalar ve fotoğraf ve video araçları ile gençleri bir arada yaşama konusunda bilgilendirmeyi ve güçlendirmeyi amaçlayan bir gençlik değişimidir.

Proje, göç, sosyal uyum, birlikte yaşam, engelli çalışmaları ve LGBTI+ gibi tematik alanlarda genç profesyonellerin vereceği güçlendirme atölyeleri ve eğitimlerle Almanya ve Türkiye’den 20 genci güçlendirmeyi hedeflemektedir. Projenin bir hedefi ise Gençlik Konuşmaları (Youth Talks) adı verilen etkinliklerle farklı alanlarda faaliyet gösteren ve diğer gençlere rol model olan 10 farklı gencin deneyimlerini aktararak katılımcıların farkındalığını arttırmaktır. Kültürel değişimi ve diyalog kültürünü güçlendirme hedefiyle, projede yer alan gençlerin deneyimlerini, yaşadıkları yerleri ve kültürlerini paylaşmaları amacıyla katılımcılarla yapılacak video ve fotoğraf atölyesinin ardından bir paylaşım oturumu gerçekleştirilecektir.

Kültürlerarası öğrenme, diyalog, gençliğin güçlendirilmesi ve sosyal uyumla ilgileniyorsanız ve hemen şimdi bir değişiklik yaratmaya istekli iseniz; sizi ‘Youth For Future? Youth For Today!’ adlı çevrimiçi gençlik değişim projesine davet ediyoruz!

Son Başvuru Tarihi: 23.10.2020 – 23:59

Detaylı bilgi (Infopack): https://cutt.ly/sgd3PHZ

Başvuru için:  https://forms.gle/3pgntYv5hk3Dxmdw8

Son başvuru tarihi: 23.10.2020 23:59*[:]

Kosta Rika’daki İnsan Hakları Savunucuları ile Dayanışma

Kosta Rika’da yerli halklara mensup insan hakları savunucularına yönelik şiddet ve cezasızlığın sona erdirilmesi için uluslararası çağrıya Agora Derneği olarak biz de imzamızı koyduk. 2012 yılından itibaren daha da derinleşen insan hakları savunucularına yönelik saldırı, şiddet ve tehditlerin sonlandırılması ve yerli halk önderi Sergio Rojas’ın katillerinin bulunması için çok sayıda insan hakları örgütü ve insan hakları savunucusu uluslararası topluma yönelik çağrıda bulundu. Kosta Rika hükümetine sorumluların bulunması ve cezasızlığın son bulması, aceleyle kapatılan davaların adil bir yargılama için yeniden açılması yönünde çağrı yapıldı.

İngilizce orijinal metne buradan erişebilirsiniz.

Agora Derneği Üyeleri İçin Sosyal Koruma Webinarı

Colorful picture of happy family under umbrella. Social protection

Agora Derneği olarak 16 Mayıs 2020 tarihinde, üyelerimize yönelik iç eğitimlerimiz kapsamında, Cahide Sarı Okur’un sunum yaptığı Sosyal Koruma başlıklı bir webinar gerçekleştirdik.

  • Sosyal koruma, sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal sigorta kavramları
  • Bu kavramların tarihsel süreç içinde geçirdiği dönüşüm
  • Sosyal güvenlik ve vatandaş olmayanlar
  • Sosyal politika ve sosyal koruma ilişkisi
  • Türkiye’de mültecilere dönük güncel sosyal koruma mekanizmaları

konularını içeren webinar etkinliğimize 17 üyemiz katılım gösterdi.

Kayıt Dışı İşçiler COVID’le Mücadelede Ön Saflarda: Kritik Hizmetleri Yeterli Koruma ve Ücret Olmadan Sağlayanlar

Jenna Harvey, 7 Nisan 2020

Çeviri: İlker Durmuş

COVID-19’un yayılımını durdurmak için tüm dünyada şehirler kapatılmaya başladıkça, hükümetler, asli işleri gerçekleştiren işçilerin dışarı çıkmaya ve çalışmaya devam etmesine daha çok bel bağlamak durumunda kalıyorlar: diğer kritik önemdeki hizmetlerin yanısıra toplumun yiyecek ve bilgi ihtiyacını gidermek, hastaların ve hassas grupların bakımı, temiz ve güvenli bir şehir ortamının sağlanması.

Küresel güneyde, bu işçilerin bir çoğu – sokak ve pazar işportacıları, gazete satıcıları, atık toplayıcıları ve ev hizmetlileri vb.- kayıt dışı olarak çalışmaktadırlar. Bu işçilerin ekonomik durumları ve çalışma koşulları kriz öncesinde güvencesiz ve kırılgan durumdaydı. Şimdi, yasal ve sosyal korumadan mahrum biçimde ailelerinin geçimini sağlamak  ve topluluklarının hayatta kalabilmesi için elzem olan gıda ve temel hizmetleri sağlamak için büyük riske girerek çalışıyorlar.

Yazının tamamına buradan erişebilirsiniz.

Gıda Sistemleri Zirvesi[:en]Gıda Sistemleri Zirvesi

[:tr]Agora Derneği olarak tüm dünyadan 550 sivil toplum örgütü, üniversite ve sosyal hareket ile birlikte, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e, Gıda Sistemleri Zirvesi’nde açlıkla ve yetersiz beslenmeyle mücadele eden kesimlerin sesinin duyulması ve zirvenin tarım kartelleri yerine sürdürülebilir tarım ile uğraşanlara hizmet etmesi konusunda hassasiyetlerimizi dile getiren bir mektup yazdık.

Mektubun İngilizce orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz.

https://www.foodsovereignty.org/wp-content/uploads/2020/03/EN_Edited_draft-letter-UN-food-systems-summit_070220.pdf[:en]Agora Derneği olarak tüm dünyadan 550 sivil toplum örgütü, üniversite ve sosyal hareket ile birlikte, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e, Gıda Sistemleri Zirvesi’nde açlıkla ve yetersiz beslenmeyle mücadele eden kesimlerin sesinin duyulması ve zirvenin tarım kartelleri yerine sürdürülebilir tarım ile uğraşanlara hizmet etmesi konusunda hassasiyetlerimizi dile getiren bir mektup yazdık.

Mektubun İngilizce orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz.

https://www.foodsovereignty.org/wp-content/uploads/2020/03/EN_Edited_draft-letter-UN-food-systems-summit_070220.pdf[:]

Mültecilerin Sosyal İçerilmesi Açısından Bir Fırsat Olarak Müzik: El Sistema Yunanistan

El Sistema Yunanistan, Venezüelalı öğretmen ve müzisyen José Antonio Abreu tarafından 1975’te Venezüela’da kurulan El Sistema’nın felsefesi ve metodolojisinden esinle oluşturulan topluluk temelli bir müzik projesidir. Dünyanın her yerinde müzik eğitiminin içerilen çocuklar ve aileleri açısından uzun erimli sosyal değişimin elde edilmesinde inanılmaz biçimde etkin bir araç olduğu bilinmektedir. El Sistema Yunanistan’ın nihai hedefi, Avrupa ve Yunanistan’da bulunan mülteci çocukların farklı topluluklar arasında diyalog ve biraradalık için bir platform olan müzik dolayımıyla sosyal içerilmesine önayak olmaktır. 2015 yılında bir milyondan fazla mülteci daha iyi bir yaşama erişmek amacıyla Yunanistan’a geldi. Bu durum, finansal krizle birlikte düşünüldüğünde, ülke için insani açıdan zorlu bir durum yarattı.

Kültürel örgütler, mültecilere karşı ayrımcılığı ve önyargıları sınırlayan yaratıcı alanlar ve projeler yaratarak önemli bir rol oynama görevini üstlendiler. Resim, tiyatro, dans, müzik, fotoğraf ve sinema gibi sanat formları yeni hayatlar ve köken ülkelerdeki gelenekler arasında bağlantılandırıcı bir araçtı. Sanatsal ifade biçimleri, yerinden edilme travmasıyla karşı karşıya olanlar için sağaltıcı ve aynı zamanda özsaygı, duygusal zeka ve esenliği destekleyici bir sürece dönüştü.

El Sistema Yunanistan, mülteci kamplarında gönüllü olan Yunanistanlı ve yabancı öğretmenlerin yanı sıra profesyonel müzisyenler ve uluslararası çapta bilinen sanatçılar öncülüğünde günlük müzikal etkinlikler düzenlemektedir.

Bu projenin çok sayıda olumlu etkisi vardır:

Sanatsal Esin: Konser için birlikte çalışmak ve bilikte sanat yapmak, beceriyi izleyiciye aktarmak, sanatsal esini paylaşmak. Bu, kendini zor koşullarda kamplarda bulmuş çocuklara bakış açısı kazandıracak ve onları teşvik edecektir.

Sosyal İçerme:Atina ve diğer konservatuarların yanısıra Batılı örgütler aracılığıyla, çocuklar kamplarda yaşamayanlarla biraraya gelme ve deneyimlerini paylaşma imkanına sahip olacaktır. Bu da göçmen ve mültecilerin Batıdaki topluluklarla sosyal uyum sürecini hızlandıracaktır.

Sahanın Olumlu Farkındalığı: Mülteci kamplarına dair olumlu bir farkındalık. Bu proje, göçmen ve mültecilerle dünyanın geri kalanı arasındaki mevcut boşluğu bu özneleri biraraya getirerek kapatma çabasındadır.

Mülteci çocuklar hafıza ve dil becerilerini geliştirmek üzere tasarlanan eğitsel programlara erişmenin yanısıra, müzik yapmayı, bir ekip içinde çalışmayı, korku duymaksızın kamusal alanda bulunmayı, geleneksel halk repertuarını korumayı ve yenilerini geliştirmeyi öğrenme imkanına da kavuşmaktadırlar. Köken ülkelerdeki geleneksel repertuara dair bellek ve icra El Sistema Yunanistan’ın temel bileşenidir.

Proje hakkında daha fazla bilgi için:  www.elsistemagreece.com

Çeviri: Haymatlos Müzik Kolektifi

İklim Krizi

İklim krizi ile giderek belirginleşen ve bugünlerde küresel politika alanının neredeyse merkezine yerleşen ekolojik kriz kadınların, yoksulların, yerli halkların ve tüm dezavantajlı grupların yüzyüze olduğu ayrımcılık ve eşitsizlikleri daha da derinleştirmektedir. BM verilerine göre iklim krizi nedeniyle yerinden edilenlerin %80’ini yoksul kadınlar oluşturmaktadır. Ekolojik, ekonomik ve siyasal krizler (iklim krizi olarak tanımlanan süreç aynı zamanda ekonomik ve siyasal bir krizdir de) sırasında ve sonrasında cinsel saldırı, şiddet, erken yaşta evlenmeye zorlanma, kölece çalıştırma, insan ticareti, anne-bebek ölüm sıklığı tırmanmaktadır.

Tüm dünyadaki tarım işçilerinin çoğunluğunu oluşturan kadınlar, tarım alanlarında bulunan hayvanlarla taşınan bulaşıcı hastalıklar ve kimyasal tarım ilaçları nedeniyle oluşan sağlık sorunları ile yüzyüzedir. Bangladeş’te 1991 tufanında kadın ölüm oranı erkeklerinkinden beş kat fazlaydı. Bunun önemli nedenlerinden biri de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadınlara yüzme öğretilmemesiydi. 2005 yılında Katrina Kasırgası’ndan en olumsuz biçimde etkilenenler yine siyahi kadınlardı.

Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan Daha Dıcak Bir Gezegende Çalışmak (Working on a Warmer Planet) isimli raporda[1], iklim krizi nedeniyle yaşanacak olan sıcaklık artışının istihdamda 80 milyon kişilik bir düşüşe neden olacağı ve mevcut eşitsizliklerin daha da derinleşeceği belirtilmektedir. İklim krizi nedeniyle yaşanacak olan eşitsizliklerin, özellikle tarım sektöründe yoğunlaşması sebebiyle, kadın istihdamını daha çok azaltacağı beklenmektedir. Yine inşaat ve yapı sektöründe çalışan yoksul erkeklerin de bu durumdan oldukça yüksek oranda olumsuz etkileneceği kaydedilmiştir. 2030 yılına dek çalışma saati kaybının %60’ının günümüzde 940 milyon kişinin çalıştığı tarım sektöründe ve %19’unun da inşaat sektöründe olacağı tahmin edilmektedir[2].

7 Ağustos 2019 tarihinde Cenevre/İsviçre’de hükümetler tarafından görülerek politikacı özeti onaylanan ve 52 ülkeden 107 uzman tarafından hazırlanan Karasal Ekosistemlerde İklim değişikliği, Çölleşme, Arazi Bozulumu, Sürdürülebilir Arazi Yönetimi, Gıda Güvencesi ve Seragazları Değişimleri Özel Raporu[3] (Special Report on Climate Change, Desertification, Land Degradation, Sustainable Land Management, Food Security, and Greenhouse Gas Fluxes in Terrestrial Ecosystems)  Eylül’de Yeni Delhi/Hindistan’daki BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP14) ve Aralık’ta Santiago/Şili’deki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP25) gibi küresel iklim ve çevre müzakereleri için kilit rol oynayacak bir bilimsel rapordur. Raporun temel amacı sera gazı emisyonunun toprakta ve gıda güvenliğinde yarattığı zararı ortaya çıkarmak ve iklim krizine karşı küresel politikalar oluşturulmasını sağlamaktır. Kabaca 500 milyon insanın halihazırda giderek daha fazla çölleşen alanlarda yaşadığının vurgulandığı raporda iklim değişikliğinin, üretimde azalma, fiyatlarda artış, beslenme değerinde azalma ve tedarik zincirinde aksamaya neden olarak gıda güvenliğini gün geçtikçe daha da olumsuz etkileyeceği ancak Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’deki düşük gelirli ülkelerin bu durumdan daha da şiddetli biçimde etkileneceği belirtilmektedir.

1850-1900 döneminden beri kara yüzeyi ortalama hava sıcaklığının yükselmesinin tarımsal sistemler ve yaşam sistemleri, biyoçeşitlilik, insan ve ekosistem sağlığı, alt yapı ve gıda sistemleri üzerinde var olan riskleri büyüterek arazi üzerinde ek baskı yarattığı ileri sürülmektedir. Ortalama küresel sıcaklık şimdiden sanayi öncesi döneme göre 1°C artmıştır. Türkiye’de ise ortalama sıcaklık 1,5°C’yi aşmış durumdadır ve bu nedenle kuraklık ve çölleşme riski giderek tırmanmaktadır. 2018 yılında hazırlanan Çölleşme ile Mücadele İlerleme Raporu’na göre[4] Türkiye’de toprakların %25,5’i yüksek, %53,2’si ise orta derecede çölleşme riski ile yüzyüzedir. Türkiye İklim Değişikliği Eylem Planı (2011-2023) küresel iklim krizi nedeniyle tarımsal ürün verimliliğinin %25 düzeyinde azalacağı uyarısında bulunmaktadır.

BM özel raportörü Philip Alston tarafından hazırlanan ve 25 Haziran 2019’da yayınlanan İklim Değişikliği ve Yoksulluk Raporu’na göre[5], 2030 ile 2050 yılları arasında iklim değişikliği sebebiyle 250 bin kişinin hayatını kaybedeceği ve çok sayıda kişinin yaşama, beslenme, barınma ve su gibi temel insan haklarından mahrum kalacağı ortaya koyulmaktadır.

Yine raporda halihazırda yoksulluk içinde yaşayan ve önümüzdeki yıllarda daha derin bir yoksulluğa itilecek olan insanların dünyanın iklim krizine girmesine neden olan küresel karbon emisyonları salınımının sadece küçük bir kısmından sorumlu olduğu belirtilmektedir. En zengin %1’lik kesimde yer alan bir kişi, en yoksul %10’da yer alan bir kişiden 175 kat daha fazla karbon salınımına sebep olmaktadır. Dünyanın iklim krizine katkısı en az olan en yoksul kısmını oluşturan milyarlarca insana karşılık, dünyanın en zenginlerinin ürettiği ve körüklediği bir kriz ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Yakın tarihimizin bir utanç vesikası olan Apartheid[6] dönemine benzer bir şekilde, kaynakları elinde tutan küçük bir azınlığın kendi refahı için dünyanın geri kalanını hak ihlalleri ile boğacağı bir geleceğin yaklaşmakta olduğu uyarısını yapan Alston “Zenginlerin aşırı sıcak, açlık ve çatışmadan kaçmak için para harcadığı, zengin olmayanların ise acı çekeceği bir ‘iklim apartheidi’ görebiliriz” demektedir. Alston, iklimin yarattığı insani krizlerde yoksul-zengin ayrımının neden olduğu eşitsizliğe örnek olarak 2012’de ABD’nin New York kentini vuran Sandy Kasırgası’nı örnek göstererek şunları aktarmıştır: “Düşük gelirli aileler elektriksiz kalıp sağlık hizmetine erişemezken Goldman Sachs’ın[7] merkezinde on binlerce kum torbası ve jeneratör sayesinde zorluk yaşanmadı”. Raporda dikkat çekilen diğer bir nokta da 2015 Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın önlem almak konusunda kayda değer bir değişikliğe neden olmamasıdır.

Karbon salınımını azaltmak amacıyla hazırlanan Kyoto Protokolü de temelde karbon salınımını alınıp satılabilen bir hak olarak tanımladığından (bu yüzden küresel bir karbon borsası oluşmuştur) etkili olmamış ve protokole rağmen gelişmiş ülkelerin karbon salınımları önemli ölçüde artmıştır.

Climate Transparency tarafından iklim ve finans konularında uzman 14 araştırma kurumunun beraber hazırladığı “Brown to Green” raporuna göre G20 ülkeleri 2016 yılında toplam 147 Milyar ABD Doları’nı kömür, petrol ve doğal gaz teşviğine harcadı. 2013’ten 2015 yılına kadar, tüm G20 ülkeleri yılda ortalama 19 Milyar ABD dolarını fosil yakıt projelerine aktardı. Türkiye ise enerjisinin %88’ini fosil yakıtlardan temin ediyor. G20 ortalamasında bu oran %82’dir.

Küresel iklim krizi ile mücadele konusunda karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunlardan biri eşitsiz ve hiyerarşik biçimde örgütlenen küresel karar alma mekanizmalarıdır. Bu mekanizmalardan dışlanan milyarlarca insan bu krizin neden olduğu sorunlarla boğuşurken söz hakkından mahrum bırakılmıştır. Küresel karar alma mekanizmalarının, devletler, büyük şirketler, küresel örgütler düzeyinde yapılandırılması nedeniyle iklim krizi giderek derinleşmektedir. BM Kopenhag iklim Zirvesi’nin bir eleştirisi ve alternatifi olarak ortaya çıkan ve 19-22 Nisan 2010 tarihlerinde Bolivya´nın Cochabamba kentinde düzenlenen “İklim Değişikliği ve Doğa Ana Hakları Dünya Halklar Konferansı” ekolojik temelli toplumsal mücadelelerin geliştirilmesi açısından önemli bir başlangıç noktasını temsil etmektedir.

İklim krizi ile giderek belirginleşen en önemli olgu küresel eşitsizliklerdir. Yerelin ya da ulusal çerçevenin çıkarlarını baz alan, gündelik hassasiyetlerle örgütlenmiş, küresel bir bakış açısından yoksun, kendini diğer mücadele alanlarına ekleyemeyen stratejilerin kısa süreliğine parlayıp söndüğü bir düzlemin içine sıkışmak yerine başta yaşam hakkı olmak üzere adalete, sağlıklı gıdaya, temiz suya ve nitelikli kamusal hizmetlere erişim, barınma, sosyal güvence, ayrımcılığa uğramadan ve dışlanmadan yaşama ve çalışma hakkını temel alan ve mevcut sistemin altında kalanların aşağıdan ve yatay biçimde örgütlediği kapitalizm karşıtı mücadeleler alanının yaratılması, hem küresel eşitsizliklerle hem de iklim krizi ile mücadelenin anahtarıdır.

[1] https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—dgreports/—dcomm/—publ/documents/publication/wcms_711919.pdf

[2] Raporu hazırlayan ekip, tahminlerde küresel ısınmanın 21. yüzyıl sonuna kadar sadece 1,5 derece ile sınırlı kalacağının varsayıldığını belirtmektedir.

[3] https://www.birbucukderece.com/araziraporu/

[4]https://www.tarimorman.gov.tr/CEM/Belgeler/yay%C4%B1nlar/yay%C4%B1nlar%202019/%C3%87%C3%B6lle%C5%9Fme%20%C4%B0le%20M%C3%BCcadele%20%C4%B0lerleme%20Raporu.pdf

[5] https://news.un.org/en/story/2019/06/1041261

[6] Afrika dilinde “ayrılık” anlamına gelmektedir, Güney Afrika Cumhuriyeti‘nde 1948 – 1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak iktidarda bulunan Ulusal Parti hükûmeti tarafından uygulanan ırkçı ayrımcılık sistemidir. Uzun yıllar boyunca beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da Siyahilere uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmileşmiş ve beyaz azınlık dışında kalanların kamusal hizmetlere erişimini kısıtlamıştır.

[7] En büyük yatırım ve finans holdinglerinden biri

Güney Sınırının Militerleşmesi Uzun Zamandır Devam Eden Bir Amerikan Geleneğidir

Trump’ın duvarı sadece eski bir takıntının cisimleşmiş son halidir.

Greg Grandin

Sınır Savaşları (https://nacla.org/column/7331)

17/01/2019

Çeviri: Binnur Aloğlu

 

Amaç gerçekten “duvar” örmekten öte duvarın örüleceğini sürekli ilan etmekti. Donald Trump, “Duvarımızı inşa etmeye başladık. Onunla çok gurur duyuyorum.” diye tweet atıyordu, “Ne güzellik.”

Aslında ortada inşa edilen bir duvar, hele ki kesinlikle Trump’ın söz verdiği gibi “büyük, şişman, güzel” bir duvar yoktu. Doğru, millerce devam eden bir çeşit bir bariyer –dikenli tel, tel örgü ve çelik levha, oluklu panel ve evet, aynı zamanda kilometrelerce uzanan ve sadece beton duvar olarak tarif edilebilecek birşey- ABD-Meksika sınırında yükselmişti, ki en azından geçen yüzyılın başlarında Başkan William Taft hükümeti döneminde başlamış bir gelişme. Trump bu bariyerlere yapılan onarımlar ve yer yer genişletmeleri, başlıca seçim kampanyası sözünü gerçekleştirmekte olduğuna dair kanıt olarak sunuyordu. Zaten var olan çitin üzerine yapılan yenilemelere çoktan monte edilmiş plakalar, geçmiş hükümetlerce başlatılmış ve finanse edilmiş bir işin kredisini Trump’a aktarıyordu.

Ama yine de Trump’ın bu hayali duvarı, hiçbir zaman gerçekleşmemesinden bağımsız olarak, Amerikan siyasetinin merkezi bir eserine dönüştü. Verdiği bu sözü, ABD’nin güney sınırında uzanacak bu 1000 mil uzunluğunda, 30 ayak yüksekliğinde beton ve çelik şeridi, Amerika’nın yeni efsanesi olarak düşünün. Sınırın son kapanışının bir anıtı; zamanında tarihten kaçabildiğini düşünen ama şu an tarihin kapanına kısılmış bir ulusun ve bir zamanlar kendilerini geleceğin kaptanları olarak gören ama şimdi geçmişin tutsakları olan bir halkın sembolü.

Açık Sınırlardan Kapalı Sınırlara

ABD ordusunun Meksika’nın büyükçe bir kısmını işgal ettiği 1840’ların sonları ve 1850’lerin ilk yıllarında inşa edilmiş olan sınır, Birinci Dünya Savaşı öncesi görece daha az kontrol ediliyordu. Tarihçi Mae Ngai’nin işaret ettiği gibi Birinci Dünya Savaşı öncesi ABD her anlamda “fiilen açık sınırlara” sahipti. Sadece bir istisna vardı: kanunlar açık olarak Çinli göçmenleri dışlıyordu. “Bir pasaporta ihtiyacınız yoktu”, diyor Ngai. “Bir vizeye ihtiyacınız yoktu. Yeşilkart diye birşey yoktu. Ellis Adası’nda ortaya çıksanız, topallamadan yürüyorsanız, cebinizde paranız varsa ve kendi dilinizde yapılan basit bir zeka (IQ) testini geçtiyseniz kabul ediliyordunuz.”

Benzer bir açıklık Meksika sınırında da söz konusuydu. Motor Age (Motor Çağı) adında otomobil turizmini desteklemeye adanmış bir derginin 1909’da haber yaptığı gibi; “Uluslararası sınırı belirleyen bir çizgi yok.” Güneye doğru ilerlerken yeni bir ülkeye geçmiş olduğunuzun tek göstergesi iyi derece bir yolun “çukurlar ve tozla dolu derme çatma bir arazi yoluna” dönüşmesiydi.

Takip eden yıl ABD Dışişleri, Teksas ve Meksikalıların sığırlarını geçirdikleri açık sınır arazisinde, “düzlükler üzerinden düz bir çizgi boyunca…büyük rulolarca dikenli tel örgüler” geçirmek üzere planlar yaptı. Umut edilen şey, “dünya tarihinin en iyi tel örgü sınır çizgisini” inşa etmekti. Ama, aslında, amaç insanları dışarıda tutmak değildi; çünkü sınır henüz ABD’de evlerde, fabrikalarda ve tarlalarda günlük veya mevsimlik olarak çalışmak üzere bir ileri bir geri sınırı geçen Meksikalı göçmen işçiler için bir engel değildi. Bu dikenli tel bariyerin amacı, keneyle yayılan bir hastalığa yakalanmış longhorn (uzun boynuz) sığırları karantina altına almaktı. Hem Washington hem de Mexico City böyle bir çitin, bir parazit hastalığı olan ve sınırın iki yakasında da sığır sürülerinin büyük kısmını telef ederek et fiyatlarını hızlı şekilde arttıran “Teksas ateşi” hastalığını kontrol etmeye yarayacağını ummuştu.

Söyleyebileceğim kadarıyla sınırı kapatmak için gösterilecek çabayı ifade etmek üzere “duvar” kelimesinin ilk kullanımı çalkantılı Meksika Devrimiyle geldi. Taft’ın başkanlığı sırasında Mart 1911’de Savaş Bakanlığı “Rio Grande nehri boyunca sağlam bir askeri duvar oluşturmak üzere Amerikan birlikleri” gönderildiğini ilan etti. Evet, Donald Trump sınıra ABD ordusunu yığan ilk kişi değildi. O dönem ordunun büyük bir yüzdesini oluşturan yirmi bin asker, binlerce gönüllü milisle birlikte Meksika’dan insan ve silah çıkışını durdurmak için değil, aksine Meksika’daki devrim güçlerine malzeme desteğini kesmek amacıyla sevk edilmişti. Savaş Bakanlığı, böyle bir “duvarın” “dünyaya ibretlik bir ders oluşturacağını” açıklıyordu. Amaç: ABD’nin sınırın güneyindeki duruma hakim olduğuna dair Meksika’daki Avrupalı yatırımcılara güven aşılamaktı. Sevk edilen askerler aracılığıyla verilen ders “güneydeki cumhuriyette gerçekleşen devrim bitmeli” idi.

Halbuki devrim devam etti ve Texaco gibi sınırdaki petrol şirketleri varlıklarını korumak için kendi özel sınır duvarlarını inşa etmeye başladılar. Daha sonra, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na katıldığı ay olan Nisan 1917’de Başkan Woodrow Wilson, genel olarak göçmenliğe okuma yazma testleri, giriş vergileri ve kota sınırlamaları gibi çok kapsamlı bir dizi sınırlama getiren kanunu imzaladı. O noktadan itibaren sınır keskinleşti- somut olarak da keskinleşti zira gümrük binalarının iki yanında da dikenli tel örgülerin uzunluğu genişledi.

Yazının bundan sonrasında, hem fiziksel olarak ABD-Meksika sınırının güçlendirilmesinin hem de böyle bir güçlendirmeye yapılan psişik yatırımın kronolojisini bulabilirsiniz. Burada psişik yatırımdan kasıt, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler tarafından yarım yüzyılı aşkın süredir kovalanan, yeterli finansman, teknoloji, çelik, jilet, beton, metal şerit, dikenli tel ve personelle sınırın mühürlenebileceği fantazisidir. Bu tarih çizelgesi, görünürde en dışarıya açık başkanların, yani ulusun zenginliğinin dünyanın zenginliğinden ayrılamayacağında ısrar eden adamların, ABD ve Meksika’yı birbirinden ayıracak sınır bariyerlerinin -çit ya da duvar olarak adlandırılsın- hızla yayılıp yükselişine nasıl başkanlık ettiğinin de resmini çiziyor.

Bir Kronoloji

1945: İlk dikkate değer fiziksel bariyer, 10 ayak yüksekliğinde ve neredeyse 5 mil uzunluğunda bir tel örgü çit, Calexico-Kaliforniya yakınlarındaki Meksika sınırında yükseldi. Direkler ve tel kafesler, II. Dünya Savaşı’nda Japon kökenli Amerikalıların tutulmuş olduğu Kaliforniya’nın Kristal Kent Toplama Kampı’ndan geri dönüştürülmüştü.

1968: Richard Nixon’ın “güney stratejisi” meşhur bir şekilde, sivil haklara karşı çıkan güneyli beyaz Demokratların memnuniyetsizliklerine oynamıştı. Aslında başkanın kafasında bir başka güney stratejisinin olduüu ortaya çıktı, o da “sınır stratejisi” idi.Tarihçi Patrick Timmons’ın yazdığı gibi, 1968’de başkanlık yarışındaki Nixon, Meksika’dan gelen yasadışı uyuşturuculara –kendi deyimiyle “marihuana problemine”- karşı sert tavır sözü vermişti. Beyaz Sarayı kazandıktan kısa bir süre sonra sınır boyunca kısa süreli ama isabetli, askeri stilde, bir hayli teatral bir baskın olan “Engelleme Operasyonu”nu başlattı. Operasyon 3 hafta süren kaosu tetikledi, ki Ulusal Güvenlik Arşivi analisti Kate Doyle’un tanımladığı üzere “Meksika’dan Birleşik Devletler’e akan –meşru ya da değil- tüm uçak, kamyon, araba ve yaya trafiği beklenmedik şekilde yavaşladı”. Bu operasyonun G.Gordon Liddy ve Joe Arpaio adında sağ kanattan iki figür tarafından yönetilmiş olması, Nixon dönemi ile ülkeyi şu an yöneten demogoglar arasındaki devamlılığı hatırlatmalı. Arpaio daha sonra Maricopa County-Arizona’nın ırkçı şerifi olacak ve çoğunlukla Latino olan mahpuslarını yersiz biçimde küçük düşürücü, acımasız ve sıklıkla da ölümcül şartlara maruz bırakacaktı. Aynı zamanda Donald Trump’ın erken destekçilerinden biri olacak ve bir hakim onu bir ırksal profilleme vakasında mahkemeye saygısızlık suçundan mahkum edince, Trump döneminin özel affından yararlanan ilk kişi olacaktı. Liddy ise, elbette, Nixon’ın “Plumbers” (Tesisatçılar) olarak anılan ekibiyle Watergate Oteli’nde Demokratik Ulusal Kongre’nin merkezine yapılan ve Nixon’ın düşüşünü başlatan yüz kızartıcı bilgi hırsızlığı operasyonunu yönetecekti. 1996’da kaleme aldığı anılarında Liddy, Engelleme Operasyonu’nun öncelikle esrar akışını engellemekle ilgili olmadığını söylüyordu. Onun yerine “asıl amacı” Meksika’yı–bu ülkeyi bir dizi politikada daha işbirlikçi olmaya zorlamak üzere- amaçlarımıza boyun eğmeye itecek saf, basit ve etkili bir uluslararası şantaj uygulamasıydı”.

1973-1977: Birleşik Devletler Vietnam’da, tam da ülkeyi ikiye ayıran sınırı kontrol etmenin imkansız olması nedeniyle bir savaş kaybetmişti. Aslında Savunma Bakanı Robert McNamara, Kuzey Vietnam güçlerinin Güney Vietnam’a sızmalarını önlemek amacıyla, Güney Çin Denizi’nden Laos’a kadar uzanan – ve “McNamara çizgisi” olarak adlandırılan- bir “bariyer” kurmayı amaçlamış ve 500 milyon dolardan fazla parayı 200.000 makara tel örgü ve beş milyon çit direğine harcamıştı. Buldozerlerle açılan ilk 6 millik hat kısa zamanda yeniden ormanla kaplanmış, ahşap gözetleme kuleleri ise New York Times’ın haber yaptığı üzere, “kısa sürede yakılıp yıkılmıştı”. Sağcı aktivistler ABD-Meksika sınırında bir “duvar” inşa edilmesi için çığırtkanlık yapmaya ilk olarak bu savaş sonlanırken başladılar.

Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara’dan biyolog profesör Garrett Hardin buna tipik bir örnekti. Ecologist (Ekolojist) dergisi için kaleme aldığı “Nüfus ve Göç: Merhamet veya Sorumluluk?” başlıklı makalesinde: “Gerçekten bir duvar örmeliyiz.” diye yazıyordu. Hardin, sınırlı kaynakların olduğu bir dünyada beyaz doğum oranları düşerken, sınırlar “sertleştirilmeli” görüşünü savunan ve günümüzde “ırk realizmi” adı verilen düşüncenin erken dönem savunucularındandı.

O yıllarda güney sınırında çatışmalar özellikle Ronald Reagan’ın vali olduğu Kaliforniya’da sert bir hal almıştı. San Diego’nun genişlemesi Meksikalı çiftçilerin ırgatlık yaptıkları tarımsal arazilerin sınırlarına dayandığında, onlara yönelik ırkçı saldırılar arttı. Yasa dışı infazcılar, San Diego bölgesinin arka yollarında sürdükleri kamyonetlerinin pikaplarından Meksikalılara ateş açıyorlardı. Sığ mezarlarda onlarca beden bulundu.

Göçmen karşıtı şiddet bir ölçüde, göçmen kamplarını dağıtmak üzere “beaner (fasulyeci)* baskınları” adını verdikleri saldırıları gerçekleştiren kızgın Vietnam gazileri tarafından ateşlenmişti. Keskin nişancılar da sınırı geçen Meksikalıları hedef alıyorlardı. 27 yaşındaki David Duke önderliğinde Ku Klux Klan (KKK) 1977’de San Ysidro giriş noktasında bir “sınır gözetimi” oluşturdu ve yerel Sınır Devriyesi yetkililerinden önemli ölçüde destek gördü. Diğer KKK grupları da güney Teksas’ta kısa sürede benzer devriyeler kurarak, Latino yerleşimcilerin kapılarına, el ilanları iliştirilmiş kafatasları ve çapraz kemikler bırakmaya başladılar. Bu arada ABD sınır yetkilileri, sınır infazcılarının “Küçük ‘Nam”** olarak adlandırmaya başladıkları Tijuana nehrinin bataklık benzeri ağzında, Vietnamlıların Amerikalı askerler için kurdukları punji tuzaklarına benzer çukur tuzakları bulduklarını raporluyorlardı.

1979: Başkan Jimmy Carter’ın hükümeti sınırda akışın yoğun olduğu noktalara çit yapılması planını önerse de 1980 Başkanlık seçimleri yaklaştığı için hızla bu düşünceden vazgeçti.

1980-1984: Ronald Reagan Eylül 1980’de Teksas’ı sallayan başkanlık kampanyasında “İki arkadaş canlısı ulus arasındaki sınıra dokuz ayak yüksekliğinde bir çit yapamazsınız.” dedi. Böylelikle Carter hükümetinin planlarına bir darbe vurarak, dört yıl önce %87’si Carter’a giden eyaletin Latino oylarına talip oluyordu. Reagan, “kayıt-dışı işçileri kayıt edersiniz ve buraya bir vizeyle gelmelerini sağlarsınız,” ve “ne kadar süre kalmak istiyorlarsa” kalmalarına izin verirsiniz, diyordu.

Sonrasında, tam dört yıl sonra, Reagan vites değiştirdi. Ekim 1984’te “Sınırlarımız kontrolden çıktı” diye ısrar edecekti. Yeniden aday olan Reagan hükümeti, sınırın aslında “mühürlenmesi” gerektiğini ve etkili bir kontrolün kızılötesi teleskoplar, gözcü uçakları, gece görüşü gözlükleri gibi “yüksek teknolojili” teçhizatların kullanılmasıyla sağlanabileceğini öne sürdü. Bir sınır devriye memuru “yeni malzeme” diyordu ancak sınır boyunca kurulmuş yer sensörlerinin bir kısmı Vietnam’dan kalmaydı. Reagan başkanlığının ikinci döneminde iki milyon kayıtsız yerleşimcinin vatandaşlık almasını sağlayan bir göç reformu yasasını geçirdi. Ancak hükümeti, Muhafazakar Parti’de sayıları hayli artan doğuştan/yerli vatandaşlığı savunan (nativist) kurultay üyelerini memnun edebilmek adına, Operasyon İş (Operation Job)’u da başlatarak kayıtsız işçileri yakalamak ve ülkelerine geri göndermek üzere federal ajanları iş yerlerine yolladı. 1984’te Sınır Devriyesi 60 yıllık tarihinin en geniş personel istihdamını görecekti.

1989: Berlin Duvarı düşmeden birkaç ay önce Mart 1989’da Başkan George H.W. Bush’un yeni hükümeti San Diego’nun güneyinde 14 ayak genişlik ve 5 ayak derinliğinde bir sınır hendeği inşa etmeyi teklif etti. Kimileri, bu hendek akan yağmur sularıyla doldurulacağı için onu “kale hendeği”ne benzetiyordu. San Diego’nun Amerika’nın Dostları Hizmet Komitesi Direktörü Robert Martinez, “Denemedikleri tek yol bölgeyi mayınlamak” diye alay edecekti. Karşı çıkanlar hendeğe “Baş aşağı çevrilmiş Berlin Duvarı” adını taktılar, Beyaz Saray ise hendeğin hem drenaj hem de göç problemlerine çözüm olacağını iddia etti. Fikir rafa kaldırıldı.

1992: Richard Nixon’ın önceki konuşma yazarı Patrick Buchanan beklenmedik bir şekilde görevde bulunan bir başkan adayına en güçlü meydan okumayı gerçekleştirdi. Diğer taleplerinin yanında ABD-Meksika sınırında bir duvar veya hendek –kendi deyimiyle “Buchanan hendeği”- inşa edilmesini ve ülkede doğan göçmen çocukların vatandaşlık almasını engelleyecek anayasa değişikliğinin yapılmasını talep etti. Bush adaylığı kazandı, ancak Buchanan da Cumhuriyetçi platformdan sınırda bir “yapı” inşa edilmesi için söz almayı başardı. Bu adım, Meksika’yla serbest ticaret anlaşmasının cesaretlendirilmesi ve sınırın en azından şirketlere ve sermayeye açık olması üzerine Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti liderleri arasında Soğuk Savaş sonrası bir fikir birliği doğmakta iken utanç vericiydi. Bush’un kampanyası meseleyi geçiştirmeye çalışarak bir “yapı” zorunlu olarak duvar değildir iddiasını ileri sürse de Buchanan’ın ekibi hemen atağa geçti. Kız kardeşi ve aynı zamanda sözcüsü olan Bay Buchanan “Sınıra deniz feneri konulmaz.”dedi.

1993: Başkan Bill Clinton, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı kongreden geçirir geçirmez Sınır Devriyesi’nin bütçe ve personelini büyük ölçüde arttırarak ve Devriye’yi teknolojik olarak daha gelişmiş teçhizatla donatarak (kızılötesi gece görüşü, termal görüntüleme aygıtları, hareket dedektörleri, yer altı sensörleri ve yakalanan tüm göçmenlerin biyometrik taramalarına imkan veren yazılım) sınırı militaristleştirmeye başladı. Tijuana’ya kadar sınırı aydınlatan stadyum lambaları kuruldu. Clinton Beyaz Sarayı’nın “duvar” demekten itinayla kaçındığı yüzlerce millik bir yapı yükseltildi. Bir hükümet yetkilisi “biz ona çit diyoruz” diyordu, “duvarın bir nevi negatif bir çağrışımı var.”

Clinton Beyaz Sarayı bir dizi bariyer kurmaya öyle hevesliydi ki gerçek sınır çizgisini hemen hemen hiç dikkate almadı, öyle ki bir ara yanlışlıkla bu bariyeri Meksika sınırları içine kadar sokarak Meksika hükümetinin protestosuna yol açtılar.

Pasifik Okyanusu’na doğru uzanan sınırın 15 millik bir başka kısmı, Vietnam dönemi çelik helikopter iniş rampalarının dikine yerleştirilmesiyle oluşturulmuştu. Bunların kenarları öyle keskindi ki üzerine tırmanmaya çalışan göçmenler çoğunlukla parmaklarından oldular. Bir gözlemcinin not ettiği gibi, bu rampaların kullanılışı, “ürkütücü bir olasılık” olarak ABD’nin “ülkeyi savaş artığı materyallerle çevireceği” düşüncesini akla getirmişti.

Hedef görece daha güvenli kentsel sınır geçişlerini kapatarak Birleşik Devletler’e ulaşma çabalarında göçmenleri, güney Teksas’ın katran ruhu düzlüklerine ya da Arizona Çölü’nün kanyon ve platoları gibi daha tehlikeli bölgelere itmekti. Daha evvel günler süren seyahatler şimdi çorak kum ve kavurucu güneş altında haftalar sürüyordu. Clinton’ın Göçmenlik ve Vatandaşlık Bürosu yetkilisi Doris Meissner “coğrafya”nın bir “”müttefik” olduğunu iddia edecekti- bunun anlamı çöl işkencesinin bir caydırıcı olarak harikalar yarattığıydı.

2006: Belirgin bir “demokrat” destek eşliğinde Başkan George W. Bush hükümetince geçirilen Güvenli Çit Yasası ile dronlar, bir “sanal duvar”, hafif keşif uçakları, radar, helikopterler, izleme kuleleri, gözlem balonları, jilet şeritler, kanyonları kapatmak üzere doldurma atık sahaları, sınır banketleri, yer değiştiren kumullara göre ayarlanabilir bariyerler ve yeni çit prototiplerini denemek üzere kurulmuş olan (Texas A&M Üniversitesi’nde bulunan ve Boeing işbirliğinde işletilen) bir laboratuvara milyarlarca dolar tahsis edildi. Sınır görevlilerinin sayısı yine iki katına çıkartıldı ve sınır çitlerinin uzunluğu dört kat arttırıldı. Akış Hattı Operasyonu ile göçmenler kitleler halinde tutuklandılar, kovuşturmaya uğrayarak yargılandılar ve sınır dışı edilmeleri hızlandırıldı (bu vakalarda çoğunlukla Clinton’un 1996’da imzaladığı göçmen reform yasası kullanılmıştır). Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza görevlileri (9/11 sonrası kurulmuş olan bir birim), çocukları okul otobüslerinden topladılar ve kayıtlı olmayan yerleşimcileri New York Long Island’da bulunan Hamptons ve New Bedford-Massachusetts gibi seçkin liberal eyaletlerin içlerine kadar takip ettiler. Söylendiğine göre, görevde bulunduğu 8 yıllık zaman zarfında Bush iki milyon kişiyi ülkelerine geri yolladı, ki bu oran neredeyse halefi Barack Obama tarafından da kabaca yakalanmıştır.

2013: Haziran 2013’te Demokratların hakimiyetindeki Senato’dan geçirilen bir yasayla sınır devriyeleri, sınır inşası ve sınırdışı etmeler için milyarlarca dolarlık ek kaynak teklif edildi ve karşılığında ülkede kayıt dışı ikamet edenler için bir defalık af ve uzak ihtimal bir vatandaşlık şansı için söz alındı. New York Times’a göre Irak ve Afganistan’ın giderek çözülmesiyle (daha sonra bu çözülmenin kısa süreli olduğu anlaşılacaktı), Lockheed Martin gibi savunma müteahhitleri, “sınır bölgesine askeri stil bir takviye” için sıraya giriyor ve daha da fazla sayıda helikopter, ısı tarayan kameralar, radyasyon dedektörleri, sanal çitler, gözetleme kuleleri, gemiler, predatör dronlar ve askeri ölçekte radarlara dair artacak arzı sağlamayı umuyorlardı. Yasa Meclis’ten geçmedi, doğuştan vatandaşlığı savunanlar tarafından engellendi. Ama Demokrat Parti, o dönem “sınır yükselişi” olarak adlandırılan ve sınırın yıllar boyunca yükseltilip güçlendirilmesine yol açacak (New Yorklu Senatör Charles Schumer’in deyimiyle) “çivi kadar sağlam” sınır güvenlik planlarını fonlamaya devam etti.

Washington sınırı “çivi gibi sağlam” hale getirmeye başlayalı beri, Birleşik Devletler’e girmeye çalışırken kaç kişinin öldüğünü kimse bilmiyor. Çoğunluğu susuzluktan, yüksek ateş veya aşırı ısı kaybından öldüler. Diğerleri Rio Grande nehrinde boğuldu. 1998’den bu yana Sınır Devriyesi neredeyse 7000 ölüm raporlarken, Tucson merkezli Coalicion de Derechos Humanos (İnsan Hakları Koalisyonu) gibi gruplar en az 6000 göçmenin kalıntılarına ulaşıldığını tahmin ediyorlar. Ancak bu rakamlar, asıl kaybın şüphesiz yalnızca küçük bir kesimi.

16 Haziran 2015: Donald J. Trump, Trump Kulelerinde başkanlık kampanyasını ilan etmek ve “Meksikalı tecavüzcüleri” topa tutmak üzere, Neil Young’un “Rockin’ in the Free World” (Özgür Dünyada Rock Yapıyorum) melodisi eşliğinde asansörden indi.

Amerikalılara “Güney sınırında muhteşem, muhteşem bir duvar yapacağım” dedi. “Ve duvarın bedelini Meksika’nın ödemesini sağlayacağım.”

Bana 50 Ayaklık bir Duvar Göster…

Şair Robert Frost bir defasında “Duvar sevmeyen bir şey var ortada” diye yazmıştı.

Sınırlar; duvarlara değinmeye bile gerek yok, tahakküm ve sömürüyü temsil ederler. Ama aynı zamanda dünyayı olduğu haliyle devralan ve olması gerektiğini düşündükleri şeye dönüştürmeye çalışan siyasi liderlerin absürtlüğünü de sembolize eder. İnsanlar sınır istihkamına küfrederken, onları yıkmaktan da keyif alırlar: Naco-Sonora ve Naco-Arizona vatandaşlarının sınır çiti üzerinden oynadıkları yıllık voleybol müsabakası gibi; ya da bir sanatçının sınır duvarına “dünyanın en uzun duvar resmini yapmaya karar vermesi gibi; ya da sınırın iki yakasından ailelerin dedikodu yapmak, fıkralar anlatmak ya da tamale*** ve tatlılar paylaşmak üzere bir araya gelmesi gibi; ya da çiftlerin çitler arasından evlenmesi gibi sadece bir an sürse dahi… Birleşik Devletler sınırı güçlendirmek için yeni yollar bulmaya devam ettikçe, insanlar da sınırı yenmek için tüneller, rampalar, (öte yakaya marihuana paketleri fırlatmak üzere) mancınıklar ve ev yapımı toplar veya merdiven satın almak üzere GoFundMe kampanyaları gibi yeni yöntemlerle gelmeye devam edecekler.

Eski Arizona Valisi ve Ulusal Güvenlik Eski Direktörü Janet Napolitano’nun bir zamanlar dediği gibi, “Bana 50 ayak yüksekliğinde bir duvar gösterin ve ben size 51 ayak yüksekliğinde merdiven göstereyim.”

 

* ABD’de, Meksikalıları aşağılamak için kullanılan ayrımcı bir lakap. (çn)

**Çoğunlukla Vietnam gazileri tarafından Vietnam için kullanılan bir kısaltma.(çn)

***Mısır koçanı kabuğunda pişen Meksika mutfağına özgü bir çeşit et yemeği.(çn)

Greg Grandin, New York Üniversitesi’nde tarih öğretiyor ve NACLA’nın eski Genel Yayın Yönetmeni. Bu makalenin orijinali ilk olarak TomDispatch.com sitesinde yer almıştır.

Meraklısına: Amerika-Meksika sınırına dair güzel bir video için: https://www.youtube.com/watch?v=tkD6QfeRil8

 

 

 

 

 

 

 

Temel İnsan Hakları Eğitimi

Agora Derneği Temel İnsan Hakları Eğitim Programı kapsamında; insan haklarının temel kavramları, insan haklarının korunması için oluşturulmuş ulusal ve uluslararası mekanizmalar, ayırımcılıkla mücadele, ifade özgürlüğü gibi konular ele alınarak insan hakları eğitimi için temel oluşturabilecek yayın ve kitapların tanıtımı gerçekleştirilmiştir.

Savaş Vurguncuları Şimdi Mülteci Vurguncusu da Oldu

Nika Knight

Silah tüccarları, savaş yorgunu Orta Doğu’yu silahlarla istila ediyor ve sonra da AB ile mültecilere karşı sınırların militarizasyonu konusunda lobi yapıyor-böylelikle çatışmalardan her türlü kâr elde ediyorlar.

Avrupa büyük ölçüde nefret dalgası ile kışkırtılmış Brexit oylamasını kabullenirken yeni bir rapor, savaş tacirlerinin Orta Doğu’nun sonu gelmeyen çatışmalarından ve bunun yanı sıra aynı istikrasızlık ve şiddetle yaratılan mülteci dalgasından servet yapmak için AB politikasını nasıl etkilediğini açığa çıkarmaktadır.

2016 yılında, Avrupa Silah Ticaretini Durdurun İnisiyatifi ve Transnational Institute (TNI) tarafından birlikte yayınlanan  Border Wars: The Arms Dealers Profiting from Europe’s Refugee Tragedy (Sınır Savaşları: Silah Satıcıları Avrupa’nın Mülteci Trajedisinden Kâr Elde Ediyor) isimli rapor, silah tüccarlarının 21. yüzyılın sonu gelmeyen çatışmalarında kâr peşinde koşturmalarını ortaya koyuyordu.

Rapora göre “mülteci krizinden ve özellikle de Avrupa Birliği’nin sınır güvenliği yatırımlarından nemalanan bir çıkar grubu var. Bunlar sınır koruma görevlilerine ekipman, sınır denetimi için izleme teknolojisi ve nüfus hareketlerini kayıt altına almak için bilgi teknolojisi altyapısı sağlayan askeri şirketler ve güvenlik şirketleridir.”

Bu şirketler, “AB’nin cömert fonlarının pasif faydalanıcıları olmanın ötesinde, Avrupa’nın sınırlarının güvenlikleştirilmesini aktif biçimde desteklemekte ve bunu yapmak için daha zalimane teknolojileri sağlamakta istekli davranmaktadırlar”.

Rapora göre, bu aktörler geçtiğimiz on yılda Orta Doğu’daki kontrol edilemez çatışmaları havadan gelen servet kaynağı olarak değerlendirdiler: “Çok sayıda büyük uluslararası silah şirketi, yatırımcıları kendi iş alanlarının gelecekteki kazancı hakkında cesaretlendirirken Orta Doğu’daki istikrarsızlığa işaret ediyorlardı. Avrupa devletleri tarafından desteklenen ve bölgede Avrupa menşeli silahları aktif biçimde yayan silah şirketleri, kısıtlayıcı silah ihracatı politikalarının dayatılmasına, en hafif ifadeyle, mukavemet etmektedirler”.

Raporda işaret edildiği üzere “AB üyesi devletler, 2005’ten 2014’e dek, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya 82 milyar Euro’nun üzerinde bir rakama tekabül eden silah ihracat lisansı sağlamışlardır”.

Rapor, çok taraflı çatışmaların aktörlerine, örneğin Suriye iç savaşı, Orta Doğu dışından yüksek teknolojili silahların kesintisiz arzı ile düzenli silah akışının nasıl sağlandığını-ve böylece çatışmaların devamlılığının nasıl garanti altına alındığını- detaylandırıyor.

Ve bu savaşlar Avrupa’da sığınma arayan çok sayıda mülteci yaratırken, aynı şirketler mültecilere karşı sınırlarının güvenlikleştirilmesi yönünde AB’ye yönelik lobi yapıyorlar- böylece militarizasyon sektöründekilere fazlaca kâr yaratıyorlar.

Silah Ticaretini Durdurun İnisiyatifi ve TNI, “endüstrinin temsilcilerinin, hükümet yetkililerinin, askeri ve güvenlik personelinin yıl içinde konferanslar, fuarlar ve yuvarlak masa toplantılarında bir araya geldiğini” de ortaya koymuştur.

Raporda, Warwick Üniversitesinde Uluslararası Güvenlik alanında profesör olan Nick Vaughan-Williams’a referansla “bu toplantılarda, yeni teknolojilerin sunumunun yeni politikaların ve sınır güvenliği ile göç yönetimi alanında yeni pratiklerin formülasyonuna cevap olmakla kalmayan aynı zamanda onları olanaklı kılan ve yönlendiren döngüsel kültürü tanımlamak mümkündür” diye belirtilmektedir.

Ve raporda “Sınır güvenliğine dair bu özel fuarlar ve kongreler görece yenidir. Hepsi son on yılda başlamıştır.” denilmektedir.

Common Dreams’e konuşan Silah Ticaretini Durdurun İnisiyatifi üyesi Mark Akkerman “AB sınır güvenliği politikalarının şekillenmesinde, bu politikaların güvenlikleştirilmesinde ve militarizasyonunda ve özellikle gözetim teknolojileri ile bilgi alışverişinin yaygınlaşmasında askeri ve güvenlik endüstrisinin etkisinin oldukça büyük olduğuna inanıyorum” demiştir. Endüstrinin çabaları, AB sınır kurumları (bu kurumlardaki üst düzey göreviler ve politikacıları da içerecek biçimde) ile fikirlerin tartışıldığı ve sonrasında bunların AB’nin yeni politika metinleri haline geldiği düzenli etkileşimi içermektedir.

Akkerman “Örneğin, endüstri yıllarca AB sınır kurumu olan Frontex’in Avrupa-ötesi sınır güvenliği kurumuna dönüşmesi yönünde girişimlerde bulunmuştur” diye eklemiştir. “Avrupa Komisyonu tarafından gündeme getirilen ve Frontex’in halihazırda sahip olduğundan çok daha fazla güce (kendi araçlarına sahip olma, üye ülkelere doğrudan müdahalede bulunma, üye ülkeleri sınır güvenliği kapasitelerini güçlendirmeye zorlayan bağlayıcı kararlar alma) sahip olacak olan yeni Avrupa Sınır ve Kıyı Kontrol Ajansı tam olarak böyle oluşturulmuştur” diye belirtmiştir.

Raporda “Avrupa Sınır ve Kıyı Kontrol Ajansı’nın kuruluşu gerçekleşirse bu kararın, üye ülkeleri ikincilleştirme ihtimalini de içerecek biçimde bu ülkeleri sınır kontrollerini güçlendirmeye, ekipman alımı ile ellerindeki ekipmanları iyileştirmeye zorlayan ve kontrolün AB’de olduğu sınır güvenliği sistemine radikal bir kayma anlamına geleceği” ifade edilmektedir.

Rapor, “Tahmin etmek zor değil, bu durum, mültecileri daha tehlikeli rotalar kullanmaya itecek ve insan ticareti işini güçlendirecek. Askeri ve güvenlik endüstrisi içinse bu, ajansın kendisinden ve üye ülkelerden daha fazla sipariş anlamına gelmektedir” ifadesiyle devam etmektedir.

Akkerman AB’nin bu kâr odaklı süreçte insan haklarını yok sayan hayret verici tutumuna değinmektedir: Bu süreçte mültecilerin insan hakları vitrinlik amaçlar dışında yer bulamamaktadır. Politika yapıcılar ve endüstri, sınır güvenliğinin yükselişini ve militarizasyonunu arama ve kurtarma kapasitesinin güçlendirilmesi bağlamında bazen insani bir çaba olarak pazarlamaya kalkışmaktadır. AB mülteci ölümlerinde tüm suçu ısrarla insan tacirlerine yüklemeye çalışmaktadır. Bu da “insan kaçakçılarının çalışma modelini ortadan kaldırmaya” dönük çabaları daraltmakta ve hatta başarı için daha çok silahlanmaya itmektedir.

Bu durum işleri daha da kötüleştiren bir döngü yaratmaktadır. Kontrol ve baskı arttıkça, mülteciler daha çok ölümle sonuçlanan daha büyük riskler almaya zorlanmaktadır. Uzmanlar (akademisyenler) ve insan hakları örgütleri yıllardır bununla ilgili uyarılarda bulunmaktadır ancak bu uyarılar görmezden gelinmektedir.

Öyle görünüyor ki ölümler arttıkça ve çatışmalar nedeniyle yerinden edilen insan sayısı yükseldikçe korku tellallığı ve vurgun- ve yıkıcı insan hakları ihlalleri- devam edecektir.

Aşağıdaki bağlantıda bulunan İngilizce aslından Cahide SARI tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

https://www.commondreams.org/news/2016/07/04/report-shows-how-war-profiteers-are-now-refugee-profiteers-too?fbclid=IwAR3rQnQjYzpjExo_43l5oKb1Nk4lYS7oGeLkJ2c4LD_kYNCNN3cvPHHmCnk